7 Aralık 2014 Pazar

Türkiye’de düşünce özgürlüğü yerlerde sürünüyor

Orhan Pamuk son kitabı 'Kafamda Bir Tuhaflık'ı Hürriyet'ten Çınar Oskay'a anlattı. Yolsuzluk sorusuna bakın ne cevap verdi.

Sadece biz değil, 100’den fazla ülkedeki okuyucuları son romanını bekliyor. Tam altı senedir... Nobelli yazarımız Orhan Pamuk bu kez gözlerini İstanbul’un arka sokaklarına, gecekondu mahallelerine çevirdi. Hızla değişen hayatımızı bir bozacının gözüyle anlattı. Pamuk bugüne kadar yazdığı en iddialı romanı, dünyada ilk kez Hürriyet Pazar'la paylaştı.

Orhan Pamuk son kitabı ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ı Hürriyet’ten Çınar Oskay’a anlattı. Yolsuzluk sorusuna: ‘17 Aralık’tan sonra YouTube’da ve başka yerlerde gördüklerim beni rahatsız etti. Toplumdan, devletten, sistemden içimi rahatlatan bir yanıt alamadım. Bunların üstünün kabaca örtülmesi toplumun önemli bir sorunu, utancı ‘ yanıtını verdi.

Nobelli değil sadece. 
Mesela Le Point’a göre “Yaşayan en büyük yazar”. 
Umberto Eco onu “Orhan Pamuk’un çılgınlığında deha var” diye anıyor.
Bizim için ise bir Yaşar Kemal bir o...
Hiç bu kadar ara vermemişti romana.
Eserlerinin çevrildiği 100’den fazla ülkede okuyucuları altı yıldır yeni kitabını bekliyor.
Birkaç ay önce, sonunda bitirdiğinde, telefonda görüştük. 
“Romanı ilk sana okutacağım Çınar. Bu iş için şu tarihlerde zaman ayır lütfen” dedi. 
Hemen idrak edemedim. Yüzüm tutmadığı için de soramadım. 
Yapı Kredi Yayınları’ndan Derya’dan “Bir dakika, emin olamadım. Romanı dünyada ilk kez ben mi okuyacağım?” diye teyit almam gerekti... 
Daha önceki bir söyleşimize, başyapıtı sayılan ‘Kara Kitap’ı Geçebilecek mi?’ diye başlık atmıştım. 
Nobel tatminini yaşadığı, gençlik enerjisiyle ‘Kara Kitap’ gibi bir doruğa ulaştığı için pek emin değildim.    
‘Kafamda Bir Tuhaflık’ın ilk çıktılarını birkaç gün yanımda taşıdım.
Ama büyük bölümü tabii ki son iki güne kaldı. 
Sürekli kahve içerek, biraz iş gibi, stresle okumam gerekti.  
Ama kahramanı bozacı Mevlut, değişen İstanbul sokaklarında, inatla her boza satmaya çıktığında, ruhumu, kalbimi ele geçiriyordu.
Sabah 06.00 gibi son sayfalara geldiğimde, Mevlut ile Samiha ile vedalaşma fikrini kabul edemiyordum.
Final ise beni öyle bir hale soktu ki...
İtiraf edeceğim... Kalp kırıklığı mı, umut mu, anlayamadığım tuhaf bir duyguyla hüngür hüngür ağladım. 
İstanbul’a, kargacık burgacık binalara, burnumuzun dibindeki onca bahtsızın hikâyesine aynı gözle bakamayacağımı hissettim. 
Biriyle konuşmak istedim ama hepsi uyuyordu. 
Kitabı bırakıp derhal Pamuk’a soracağım soruları hazırlamam gerekiyordu, yapamadım.
Balkona çıktım...
İstanbul’a baktım, 15 milyon kişinin hayatını düşündüm. 
Tıpkı Mevlut gibi, hepimizin dertlerini, hayallerini gökyüzünün kızılına karışıyor gibi gördüm.  
Ben bir edebiyat eleştirmeni değilim. Yorumum kişisel beğeninin, zevkin ötesine geçemez.
Ama biliyorum ki, o bir sonraki kitabını yazarken aklımdaki soru artık “Kafamdaki Tuhaflık’ı geçebilecek mi?” olacak...
Bence bir seyyar satıcının hayatı üzerinden yazdığı, Türkiyemizin destanı.
Bakalım, Orhan Pamuk benim gibi düşünüyor mu...

Bu romanı yazarlık yaşamınızda nereye koyuyorsunuz?

Her zamanki romanlarımdan biri gibi düşünmek istiyorum ama öyle olmadığını biliyorum.

Ne açıdan?
Bazı bakımlardan eskileri gibi. Kahramanlarım en iyi bildiğim yer olan İstanbul’da yaşıyor. Ama bu sefer Nişantaşlı değil. Kuştepe benzeri Duttepe, hayali bir tepe olan Kültepe ya da 1970-2000 arası Tarlabaşı, Gazi Mahallesi, Cihangir, Feriköy, Gümüşsuyu’nda boza satıyor. Satıcıların dünyası. İlk başta dışarıdan gördüğüm ama hep anlayıp anlatmak istediğim bir âlem. Bütün enerjim özellikle son dört yılda içine girip dünyayı, İstanbul’u, o âlemin içinden görmekle geçti. Romancılık, yazarın kendisini bir başkasının yerine koymasıysa başkahramanım Mevlut olmak için dört yıl uğraştım. Ve evet ‘Mevlutum’ diye hissetmeye başladım.

Neden o insanları anlattınız? 

Ülkemi  anlatmak için. Roman, modernleşmiş orta sınıfların icadıdır ama toplumun hepsini görebilirsiniz. Tıpkı ‘Benim Adım Kırmızı’da olduğu gibi... Orada, 16’ncı yüzyıl Osmanlı ressamları üzerinden bugünkü topluma baktım. ‘Kar’da siyasetin üzerinden Türkiye’nin çelişkilerine... Burada temel hikâye İstanbul’un değişimi. İstanbul’da doğmuş büyümüş olanların birazcık da burun kıvırarak ‘dışarıdan gelenler’ dedikleri. Aslında şehrin sahibi onlardır. Rakamlara bakalım. İstanbul, doğduğumda 1 milyondu. Şimdi 15 milyon. Bu şehirde yaşayan çoğunluğu anlatmak istedim.  

Zihninizde Mevlut olabildiniz mi?
Olduğumu zannettim. Alçakgönüllü olmak lazım. Flaubert’in meşhur lafı vardır. “Madam Bovary benim” der. Dünyayı onun baktığı ayrıntılarla görmeye çalıştım. Mevlut bir sokakta yürür. Bozacıya, yoğurtçuya yönelik tehlikeyi, kendisini kovalayan belediyeyi, bir dostu veya para kazanmakla, esnaflıkla ilgili ayrıntıları görür. Benim aynı sokakta yürürken ilk tepkim bu değildir. Ama romancı olmak, kahramanın gözünden âlemi görmek için kendini terbiye etmektir.

Nasıl terbiye ettiniz kendinizi?
Romancının iki malzemesi vardır: Bir hayal gücü, iki araştırma. Romanın tarif ettiği geniş manzaradan bahsedelim. İstanbul’daki ilk gecekondular, onlara çıkılan katlar, arsalar, şehrin kenarında büyüyen ve sonunda şehri bir şekilde yutan, karmaşıklaştıran, zenginleştiren manzaradan... Burada benim tecrübem vardır tabii ki. Oralarda gezdim, gördüm. Ama en sonunda anlattığım; elektrik tahsildarı, bozacı, yoğurtçu, midyeci, şerbetçi, pilavcı ya da inşaatçıların hikâyeleri. Bütün bu insanlarla röportajlar yaptım, arkadaşlık ettim. Onlara da dürüstçe söyledim: “Ben bir roman yazıyorum. Konuşur musunuz?” Anlattığım dünyanın içinde derin bir şekilde yaşayan insanlarla görüştüm ya da bazıları benim adıma görüştü. Çoğunlukla Boğaziçi Üniversitesi’nden 3-4 kişilik bir arkadaş grubu yaptı bunu. 

EN KIYMETLİ HAZİNEM

Başkarakteri Mevlut’u en çok sevindiren şey, cennetten geliyormuş gibi aşağıya süzülen alışveriş sepetleriydi.

Bazı bölümleri okurken “Orhan Bey burada kesin Mevlut olmuş ve yürümüş” dedim. 
Çok! Özellikle bozacı gibi. Bozacı tesadüf değil. Şiirle yüklü, daha önce kimse kullanmadığı için memnun olduğum bir tip. Boza, gelenekle ilişkili bir şey. Bozayı sattıran bozacının yanık sesidir... Bu lafı bozacı kendi söyler.

Ortak söyledikleri bir şey mi bu?
Evet, hepsi biliyor bunu. Bozayı tadı için değil, o töreni için, Osmanlı’dan kalma olduğu için, sokakta kış gecesi üşüyerek giden bir insanla temas etmek istediğin için alırsın. Bozacıyı çağırdığımızda Osmanlı’dan birini çağırıyor gibi oluruz. “Bozacı, bozacı! Gel bakayım” derken.... Bir sınıfsal durum da var orada. Rahat, huzurlu, konforlu evlerinde yaşayan burjuvalar, geçmişten, Osmanlı’dan ve yoksulluktan gelen bir adamı çağırıyor. Bastırılmış şeyler aslında.

Biraz da hüzünlü değil mi? Elden bir şey gelmeyecek. Bozacı filan kalmayacak gibi görünüyor. 
Sorduğunuz, benim hayatımın sorusudur. Ülkeler modernleştikçe kendilerine ilişkin unuttukları şeyleri yeniden keşfederler. Eskiden utandıkları, ilgilenmedikleri, “Bırak canım bunlar pis şeyler, Osmanlı’dan kalma boza ne yahu, rakı varken?” gibi şeyler... Ama zenginleşince, kimliğimizi kaybettiğimiz endişesi bize yavaş yavaş gelir. Sokaktaki bozacı bize onu hatırlatır. Geçmişle ilgilenme ihtiyacı modernliğin elimizden kimliğimizi alıp, bizi kişiliksiz bırakmasıyla ilgilidir.

Bozacı kaldı mı şimdi?
Var.

Çocukluğumda Cihangir’den kışın her gece geçerlerdi. 
Hâlâ var. Romanı yazdığımı bilen ne kadar arkadaşım varsa arıyor: “Orhan bizim mahalleden geçti.” Dikkat etmiyor insanlar, ben roman yazdığım için biliyorum. Çocukluğumda da severdim. Babaannem pencereyi açsın “Bozacı yukarı gel” desin. Masaldan biri gelmiş gibi gelirdi bana.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder